DOĞUM GELENEKLERİ 300 yıl önceki yaşantımızı, geleneklerimizi anlatan belgelere göre, o zamanlar doğum ve lohusalıkla ilgili günümüze göre garip ve efsaneye dayalı birtakım gelenek ve görenekler vardı. Doğum, genellikle bu işi ya annelerinden ya da kendiliklerinden öğrenen mahalle ebeleri tarafından yapılırdı. Bu durum, Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında da uzun zaman sürdü gitti. Eşi, ebe olan bir başbakanımız bile vardır Aileler tarafından, doğum öncesi çözümlenmesi gereken sorunların ilki, uygun bir ebe bulmaktı. Çünkü, o dönemde okullarda eğitimden geçmiş, sınav vermiş ebeler yoktu. Dediğimiz gibi, ebeler ya annelerinden gördükleri bu işi yürüten ya da geçimlerini sağlamak için bu işi öğrenmiş, çoğu yaşlı ya da yaşlıca kadınlardan ibaretti. Çağın ünlü nüktedanlarından biri bu konuda şöyle demiştir: Karnı burnunda olursa gebe, burnu karnında olursa ebedir Bu yaşlı kadınlar, ebe hanımların yanında uygun bir süre bulunarak, edindikleri ilkel bilgi ve yöntemleri kendilerine sermaye edinip ebelik işini yapmaya artık Kendilerini yetkili sayarlardı. Bunların bazılarının bilgisizlikleri yüzünden birtakım üzücü olaylar eksik olmazdı. Bu bakımdan, kadınlar arasında çocuk doğurmak ürkütücü bir olay gibi görünürdü İşte bu nedenle, gerek ebe kadının (çocuklar ebe ana, ebe anne de derlerdi) ve gerekse ailesinin güven duyabilmesi için konu komşu, hısım akraba aralarında günlerce araştırma ve soruşturmalar yapar, bin bir güçlük ten sonra güvenli bir ebe sağlanırdı. Ebe hanımın, doğumun kendisine verildiğinden haberdar edilmesi, ona armağan olarak birkaç okka (1283 gr: 1 okkadır) şeker ve kahve gönderilmesiyle olurdu; bu, bir gelenekti. Bu şekilde seçilen ebe, zaman zaman hamile kadının evine gelir ve muayenelerini yapardı. Doğumdan aşağı yukarı bir hafta, on gün önceden çocuğun kundağının hazırlanması, ebenin ilk görevleri arasındaydı. Bir de ağzı sıkı, sır sakladığına inanılan ebeler vardı. Gizli doğuracak, doğumu saklayacak ya da çocuk düşürecek kadınlara bakan bu ebelerin çoğu Musevi idi. Çocuk düşürmenin önlenmesi için daha sonraki tarihlerde, 1858 de hükümetçe bazı önlemler alındı. Önce, doktorlar ve eczacılara düşük ile ilgili ilaçları vermeyecekleri yolunda İstanbul Kadılığı ve azınlıkların dini liderleri tarafından yemin ettirildi. Ancak, mahallesinin imam ve muhtarlarınca geçim sıkıntısında olup, beş çocuktan fazla çocuğu olduğu bildirilenlere, düşük ilaçlarının satışı serbest bırakıldı. Bunun dışında çocuk düşürenlerin ihbarı istendi. 1861de (yani bundan 130 yıl önce) Müslüman, Hıristiyan ve Musevi ebelerin Mekteb-i Tıbbiye tarafından sınavları yapılarak ellerine izinnameler verildi. Aksine davrananların adlarının, lakaplarının, adreslerinin imam ve muhtarlarca ilgililere haber verilmesi emir ve ilan olundu.
DOĞUM ZAMANI GÖRENEKLERİ Doğum zamanı tamamı tama mina saptanamazsa da bazı belirtilerle az çok anlaşıldığından ebe hanım derhal çağrılır, Özel iskemlesiyle birlikte gelirdi. Doğum yapacak kadının feryadını duyan ve ağrıyla kıvranışını gören hane halkı arasında tedirginlik ve üzüntü giderek artar, kadere boyun eğilerek sonuç beklenir. Bu arada lohusanın etrafında biriken yaygaracı kadınların telaşı, güçlüğü artırır. Bu ara, çocuk ters gelmiş ya da çatıda kalmış gibi zıt ve gerçeğe uymayan ve heyecan verici sözler ortalıkta dolaşır durur, helecan bir kat daha şiddetlenmeye başlar ve evde gözle görünür bir bunalım hissedilir. Bu arada, sanatında zaten nasibi olmayan (mesleğinde uzman olmayan) ebe hanım da şaşırıp doğumun normal olmayacağını sanır ve böylece birtakım hatalar ve bu yüzden de çeşitli üzücü olaylar da meydana geldiği görülürdü. Sonraları fikir ayrılıklarını gidermek ve muhtemel bir kötü olayı önlemek için ortaya yeni çıkmaya başlamış uzman hekimlerin çağrılması ebe hanım tarafından aile reisine teklif edilmesi âdet oldu. Çocuk, selametle alındığı ve gebe kadın kurtulduğu anda ev halkı (bir oğlumuz ya da bir kızımız oldu) diyerek sevinçlerini belirtir ve müjdeler. Kurbanlar kesilir, sadakalar verilir, böylece ailenin eski sevinç ve neşesi yerine gelirdi.
LOHUSA YATAĞI Doğum yapan kadın, artık el üstündedir, Öteden beri gelenek olan; her ailenin durumuna ve gücüne göre, muntazam bir lohusa yatağı hazırlamaktır. Doğumun ertesi günü, lohusa ve çocuk bu yatağa alınırdı. O günden itibaren lohusaya, baldırıkara (eğ-reltiotugillerden, nemli yerlerde yetişen, yaprakları at yelesini andıran ve süs bitkisi olarak saksılarda yetişen bir bitki cinsi, adi-anhum denilen ottan kaynatılarak günde bir fincan içirilirdi. Çocuğun yüzüne biri beyaz, öteki yeşil tülden iki duvak konur, kundağına incili nazarlık takılır, başucuna da Kuran-ı Kerim asılırdı. Şekercilerde satılan tarçınlı, baharatlı, baklava biçimi kesilmiş şekerlerden alınıp kaynatılır (lohusa şerbeti) ve sürahilere konurdu. Sürahiler kırmızı tülle sarılırdı. Eğer çocuk erkekse sürahinin kapağı sarılmaz; kız ise, kapağın da tülle sarılması gerekir (artık, nedendir bilinmez). Lohusa şerbeti akrabalara, din adamlarına ve ahbaplara gönderilerek, doğum resmen bildirilmiş olurdu Şerbeti götürene gittiği yerden bahşişler verilirdi. 300 yıl önceki kadınlarımızca dikkat ve özen gösterilen konulardan biri de albas-maması için lohusayı odasında yalnız bırakmamaktı. Her ihtimale karşı oda kapısının arkasına bir süpürge koymak ihmal edilmezdi. O sıralarda lohusaya bir rahatsızlık gelirse süt hastasıdır diyerek, buna pek fazla önem vermezlerdi. İkinci, üçüncü günden itibaren konu komşu, hısım akraba göz aydınına gelirler;çocuğa altın takar ya da kurabiye ve benzeri (tabii ev halkı için, lohusa için) getirirlerdi. Ziyaretçilere önce kahve, sonra sıcak lohusa şerbeti sunulurdu. (Loğusa deyip duruyorum, yeni doğum yapmış kadın anla mina gelen sözcük, dilimize Yunanca aynı anlamdaki lehusa sözcüğünden girmiş) Evet, lohusa şerbetini içenlerin Allah lohusanın sütünü gür etsin! diye dua etmeleri adetti
AD KOYMA Doğumun üçüncü günü, yıldızlar ilmin-deki bilgisine aile reisi tarafından inanılan bir müneccimin belirlediği, uğurlu ve mutlu sayılan bir saatte çocuğun adı konurdu. Ad, genellikle Kuranı Kerimde adı geçen din ulularının adlarından seçilirdi. Adı koyacak olan baba, lohusanın yanına gelerek çocuğunu kucağına alır, kulağına üç kez ezan okur ve kararlaştırılan adı üç kez söyler, böylelikle kız ya da erkek, çocuğun ömrü boyunca taşıyacağı ad konulmuş olurdu. SON GÜN TOPLANTISI Lohusalığın altıncı günü, son günü toplantısıydı, önceleri hatır sormaya, geçmiş olsuna gelmiş olanlar özellikle bu toplantı*ya çağrılırlardı. Toplantıların çoğunda bir hanım hoca önce mevlit okurdu. Akşama, kına gecesiydi. Bütün davetliler beklenir, sabaha kadar çengiler oynar, geceyarısı Beşik Çıkma merasimi yapılırdı. Beşik, ince oymalı, işlemeli ve tahtadan yapılmış olur, içine değerli kumaşlardan sırma yas-tık ve yorgan konulurdu. Beşiğin altındaki oyulmuş yuvarlak yere yerleştirilen çocuğun lazımlığının içine badem şekeri doldurulurdu, bu şeker, ebe hanıma aitti. Beşiğe, çocuğun babası ve hısım akrabası tarafından değerli kumaşlardan askılar asılırdı ve bunlar da ebe hanımın hakkıydı. Lohusanın kayınpederi çocuğa mücevherli maşallah, kayınvalidesi Armudiye ve öteki aile üyeleri de güçlerine göre Mahmudiye veya Rabiye altını tekrarlardı.
KIRK HAMAM GELENEĞİ O dönemlerdeki uzun yıllar devam etmiştir- bir de Kırk Hamam Adeti vardı.Doğumdan sonra kırkıncı gün, lohusa ve bebeği hamama götürülürdü. Hamama,akrabalar, komşular ve tanıdıklar davet edilirlerdi. Lohusayı, ebe hanımın kucağındaki çocuğu, çalgıcılar ve çengiler çalıp oynayarak hamamın dışında üç kez dolaştırırlardı. Bundan sonra içeriye girilir, çengi, çalgı, eğlence, yiyip içme akşama kadar sürüp giderdi. Kırk hamamı için, hamama ikinci bir çocuk gelecek olursa, kırk basmaması için, çocuk hemen kucağa alınıp havaya kaldırıldı; bu davranış, bir gelenekti.